BÜYÜK İSKENDER’İN GİZEMLİ ÖLÜMÜ
Ölümün teşhis edilmesi başlangıçta ölü katılığı, çürüme, ağrılı uyaranlara tepkisizlik, yara iyileşmesinin olmaması, solunumun veya dolaşımın durmuş olması gibi belirtiler üzerine mümkün olabilmekte iken tarihsel süreçte tıbbın gelişimiyle birlikte somatik sağ kalımın medikal destek ile sağlanabilmesi birtakım belirsizlikler meydana getirmiştir. 1979’da yayınlanan Harvard kriterleri ile ilk kez ölüm tanısı için bir rehber düzenlenmiştir. Bu sayede “beyin ölümü” kavramı tıp çevrelerince genel kabul görmüştür. Yakın tarihe kadar, “ölüm durumu” kalbin durması olarak ifade edilirken; günümüzde “beyin ölümü” durumunda hastanın kalp atımı olsa bile ölü kabul edilebilmesi, yaşanan değişimi açık olarak göstermektedir. Bu durum yoğun bakım ünitelerinde tedavi standartlarının belirlenmesini sağlamış, hem de organ nakli süreçlerine ışık tutmuştur. Ülkemizde medeni hukuk ve ceza hukuku uygulamalarında da “beyin ölümü” teşhisi kritik bir öneme sahiptir.
Günümüz modern tıbbında beyin ölümü, beyin sapı fonksiyonları da dahil olmak üzere tüm beyin fonksiyonlarının tam ve geri dönüşsüz kaybı olarak tanımlanmaktadır. Beyin ölümü klinik tanısının 3 temel bulgusu derin koma durumu, beyin sapı arefleksisi ve pozitif apne testidir. Ülkemizde beyin ölümü tanısı biri nörolog veya nöroşirurjiyen, biri de anesteziyoloji ve reanimasyon veya yoğun bakım uzmanından oluşan iki hekim tarafından kanıta dayalı tıp kurallarına uygun olarak konulabilmektedir. Bu süreçte klinisyenler tarafından beyin sapı refleksi kontrolü, apne testi, beyin kan akımının değerlendirilmesi, nöral aktivitenin değerlendirilmesi gibi yöntemler kullanılmaktadır. Sıklık sıralamasına göre zehirlenmeler (çoğunlukla antiepileptikler, baklofen, bupropion ve etilen glikol), polinörit, enfeksiyöz ve otoimmün ensefalit gibi durumlar kliniği itibariyle beyin ölümünü simüle edebilmektedir. Günümüzde bu gibi durumlarda beyin ölümü klinik şüphesi ile ileri tetkikler uygulanmakta ve yanlış beyin ölümü tanısının önüne geçilebilmektedir.
Peki ya bundan 2346 yıl önce beyin ölümü şüphesi olan bir vakaya beyin anjiografisi uygulamak veya EEG çekmek mümkün olabilir miydi? O halde antik dönemlerde aslında yaşıyor olmasına rağmen öldüğü düşünülüp “canlı canlı gömülen” insanlar olması ihtimali rahatsız edici olduğu kadar muhtemel değil midir? Tarihin en büyük komutanlarından biri olan Büyük İskender’in (MÖ 356-MÖ 323) hayatını anlatan metinlerdeki detaylar, ölümünün doğal süreçlere uymadığını ve maalesef tarihteki “pseudothanatos” vakalarından birisi olabileceğini düşündürmektedir.
Yunan tarihçi Plutarchus’un yazmış olduğu biyografide, İskender’in ölümü hakkında “Vücudu, nemli ve havasız yerlerde özenle tutulmuş olmamasına rağmen, böyle yıkıcı bir etkinin belirtisini göstermiyordu; tamamen düzgün ve taze kalmıştı.” ifadesinin yer almaktadır. Plutarchus’un İskender’in ölümünden yüzlerce yıl sonra MS 2. yüzyılda yazdığı biyografiye göre özel bir önlem alınmamasına rağmen İskender’in cesedi ölümünden sonra altı gün boyunca bozulmamıştır. Bu durum, bazıları tarafından zehirlenmediğinin bir işareti olarak yorumlanmış olup, bazıları tarafından ise tanrısallığının bir göstergesi olarak değerlendirmiştir.
Büyük İskender’in ölümüyle ilgili ayrıntılar farklılık gösterse de genel hatlarıyla olaylar zincirinin şu şekilde olduğu anlaşılmaktadır: İskender, geceyi deniz subayı Nearchus ile şarap içerek geçirmiş, ertesi gün de arkadaşı Larissalı Medius ile birlikte şarap içmeye devam etmiştir. Kısa bir süre sonra aniden bir ateş bastırmış ve sırtındaki şiddetli ağrı nedeniyle adeta bir mızrak darbesi almış gibi acı çekmeye başlamıştır. Ateşi git gide yükselmiş, hareket kabiliyeti kısıtlanmış ve sonunda konuşma yeteneğini kaybetmiştir. Zamanla felç ilerlemiş ve nihayetinde başını dahi kaldıramaz hale gelmiştir.
İçinde birçok şüphe barındıran bu ölüm hadisesi anlatısı günümüz bilim insanlarının da merak konusu olmuştur. Bu konuda öne sürülen hipotezler yoğunlukla zehirlenme, malarya ve tifoid ateş üzerinde yoğunlaşmaktadır. Yeni Zelanda’daki Otago Üniversitesi Dunedin Tıp Fakültesi’nden Katherine Hall ise bu ölüme farklı bir açıklama getirmiştir. Dr. Hall, anlatılara göre cesedin altı gün bozulmamış olmasına ve ilerleyici tipteki felce dikkat çekmiş olup Guillain-Barré Sendromu hikayedeki tüm unsurları karşılayan daha uygun bir ölüm sebebi olabileceğini ifade eder dönemin Babil’inde yaygın bir etken olduğu bilinen Campylobacter Pylori enfeksiyonunun Guillain-Barré kliniğine neden olmuş olabileceğini belirtir. Dr. Hall’un teorisi, İskender’in semptomlarının tarihsel anlatıların dikkatli bir analizine dayanmaktadır. Dr. Hall, eski metinlerde geçen “İskender Babil’de bir gece ziyafeti takiben hastalandı ve durumu hızla kötüleşti. Zayıflık ve koordinasyon kaybı yaşadı, ardından tüm vücudunu etkileyen felç meydana geldi. Ayrıca konuşma yeteneğini de kaybetti ancak ölümüne kadar zihinsel olarak uyanık kaldı. Yaygın tarzda felç hakim olmuştu, bu durum vücudundaki oksijen talebinin azalmasına neden oldu. Gözbebekleri sabitlenmiş ve genişlemişti ve vücudu sıcaklığı düzenlemek için mücadele ederek onu sürekli bir soğukluk durumunda bıraktı. Ayrıca ceset altı gün boyunca özel bir önlem alınmamasına rağmen bozulma belirtisi göstermedi.” İfadelerini Guillain-Barré’nin fulminan alt tipi ile uyumlu buldu. Özetle azalan oksijen talebi nefes alış verişini yüzeyerleştirdi. Solunumu duran, vücudu hareketsiz ve uyaranlara tepkisiz hali dönemin şartlarında ölümün ilanı için yeterli olmuş olabilir. Büyük İskender’in aslında yaşıyor iken ve etrafında olup biteni farkında bir halde gömülmüş olabileceği ihtimali yerinde bir şüphe olmakla beraber günümüzde bu gibi bir yanılgıya düşmenin mevcut imkanlar dahilinde pek de mümkün olmaması mutluluk verici.