Adli Bilimler Kongresi’nin dikkat çeken bir diğer paneli ise “Adli Bilimlere Farklı Bakışlar: Şiddet, Dilbilim ve Sanat” idi.
Dr. Burcu İlhan Kahraman, Dilbilimsel Otopsi başlıklı konuşmasında Dilbilimsel Otopsi başlığı altında bulunan “Yazar Tanıma Ölçütleri”, “Yazar Tanımlama Ölçütleri”, “Yazar Doğrulama Ölçütleri” ve “Yalan Analizi” kriterlerinden özellikle “Yazar Tanımlama Ölçütleri” üzerinde duracağını belirtti.
Adli Bilimler ve Dilbilim
“Adli Dilbilim”i, dilbiliminin hukukla da kesişen, uygulamalı ve interdisipliner bir alt alanı olarak tanımladı. Her türlü kriminal iddiaya ait olan; tehdit, gözdağı, şantaj telefon ve yazıları, kısa mesajlar, dilekçeler, intihar notları, e-posta ve mektup içerikleri, sosyal medya gönderileri vb. pek çok inceleme alanı olduğunu belirtti.
Temelde inceleme alanının sözlü metin incelemeleri (ses çözümlemeleri, konuşma/konuşmacı çözümlemeleri) ve yazılı metin incelemeleri (grafolojik/grafemik incelemeler, metin/yazar çözümlemeleri) olarak ikiye ayrıldığını; yazar tanıma, yazar doğrulama, yazar tanımlama, yazarlar arası benzerlik bulma, dilsel doğruluk ve gerçeklik ölçütlerinin “metin/yazar çözümlemeleri” başlığı altında yer aldığını ifade etti.
Tanıklar tarafından gözlemlenen herhangi bir olay tanımlanırken her bir kişinin tanıklık edilen olayı açıklarken kendine özgü tarzı, üslubu ile yanıt vereceğini, dilbilimde buna “biçem” denildiğini, adli dilbiliminin yazar tanımaya ya da tanımlamaya yönelik bazı bilişsel ipuçlarını bulup incelediğini açıkladı.
Daha sonra metin/yazar çözümlemeleri başlığı altında yer alan ölçütlere tek tek değindi.
Yazar tanımlama ölçütlerinden metnin yapısal özellikleri, ulam, metnin okunabilirliği, sözlükbirimsel özellikler, hatalı kullanımlar, konu odaklılık gibi ölçütlerin genel; ulam, biçem, akıcılık ve anlaşılabilirlik, doğaçlamalar, ödünçlemeler, bağlaşıklık örüntüleri, argo ve küfür kullanımı, arkaik kullanımlar, emotikonların varlığı yokluğu ve ne sıklıkla kullanıldığı, duygu sözcükleri, terim kullanımı, anadilden sapmalar, ağız ve lehçe farkı, anlam farklılığı, yazım farklılığı, açıklık, dürüstlük, dışavurumluluk, olumsuzlama, konuşma içeriği yoksunluğu, basınçlı konuşma gibi ölçütlerin, kişinin cinsiyet, yaş, meslek grubu, kişilik özellikleri, ruh sağlığı gibi özellikleri ile farklılık gösteren özgün ölçütler olduğu bilgisini verdi.
Yaş, cinsiyet, meslek grubu, lokasyon demografi ve anadillilik, kişilik özellikleri, ruh sağlığı gibi özelliklerin tahmin edilmesi için hangi ölçütlerin kullanıldığını tanımlayarak kısa açıklamalar ile örnekler verdi.
Yazar tanımlama/profilleme ile ilgili olarak anadillilik tespiti ile ilgili örnek olgu sunuldu. Öncelikle “pidgin” ve “creole” tanımları yapıldı. Pidgin, iki dilden oluşan hibrit dil, (örn: Almanya’da yaşayan Türklerin yarı Türkçe yarı Almanca konuşması), creole, iki ya da daha fazla dilden oluşan karma bir dilin çocukluktan itibaren ana dil olarak edinilmesi (Creole İngilizcesi/Fransızcası/ispanyolcası/Portekizcesi) olarak tanımlandı. Sömürge altında yaşamış ülkelerde rastlanıldığı bilgisi verildi. Ardından örnek olguya geçildi.
Japonya’da doğmuş, Hawai’da büyümüş, Alaska’da yaşamış Amerikalı bir kadının ölümünden sonra komşusuna bıraktığı mal varlığı ile ilgili akrabaların itirazı ile ortaya çıkan dava ile ilgili olarak; ölen kadının arkadaşı Kim tarafından yazıldığı iddia edilen söz konusu vasiyetname ve ölen kişinin ölmeden kısa süre önce ürettiği bilinen metinler incelenerek dilsel örüntüler anlaşılmaya çalışılmıştır. Ölen kadının metni yazan kişiye dikte ederek yazdırmış olma veya ölen kişinin vasiyetnamede olmasını istediği hususların metni yazan kişi tarafından kaleme alınmış olma ihtimalleri araştırılmıştır. Ölen kadının konuşma dili Hawai Kreol İngilizcesi, ancak yazı dili standart İngilizce’ye çok yakındır. Metinlerinde uyuşmazlıklar, eksiltmeler, eklemeler bulunduğu, eksikler ve eklemelerin düzensiz olduğu, kompleks dilbilgisel yapıların hatasız olduğu, deyimlerin doğru kullanıldığı tespit edilmiştir. Orijinal metine ek olarak bulunan mal varlığını komşusuna bıraktığını beyan eden şüpheli metin ile orijinal vasiyetname karşılaştırıldığında tanımlık, özne, nesne, çoğul takısı, derilme, yardımcı fiil, yardımcı fiiller, çekim, koşanların orijinal vasiyetnamede yer alırken şüpheli metinde yer almadığı dikkat çekmektedir. Mahkeme karşısında ifade veren dilbilimci bilirkişi bunun creole continuum özelliği olduğunu ancak literatürde yeterli çalışma bulunmadığını ifade etmiştir. İkinci bir bilirkişi Kim mektuplarının anadili İngilizce olan birisi tarafından yazıldığı görüşünü bildirmiş ve mahkeme bu bilirkişi raporunu esas alarak vasiyetnameyi oluşturan mektupların sahte olduğunu kabul etmiştir.
Bu dikkat çekici olgu ile adli dilbilimin yargılama sürecindeki önemi ortaya konulmuştur.
Ali Bilimler ve Şiddet
Oturumun bir diğer konuşmacısı Kadına yönelik şiddetin ideolojisi, namus olgusu, namus cinayetleri ile ilgili pek çok çalışması bulunan oturumun bir diğer konuşmacısı Mehtap Hamzaoğlu; kadına şiddet, kadına şiddetin ideolojisi ve tarihçesi ile ilgili değerli paylaşımlarda bulunduğu konuşmasına uluslararası belgelerde insan hakkı ihlali olarak değerlendirilen kadına yönelik fiziksel, ekonomik, cinsel, psikolojik her türlü şiddetin temelinde erkeğin kadın üzerindeki hakimiyeti ve kadın bedenini denetim altına alma isteğinin yer aldığını, erkek egemen toplumda erkeğin siyasal, sosyal, ekonomik, cinsel çıkarları doğrultusunda oluşturulmuş erkek yanlı değerler bütününün sonucu olarak ortaya çıktığını açıklayarak konuşmasına başladı.
Tarihsel süreçte, erkeğin kadına tahakkümünün, avcı toplayıcı toplumdan yerleşik tarım toplumuna geçiş ile birlikte ürün bolluğu ve özel mülkiyet kavramının ortaya çıkması ve kadın bedeninin taşıdığı ekonomik değerin fark edilmesi ile kadın bedeni üzerinde denetim kurma ihtiyacı sonucu başladığı aktarıldı. Ataerkil düzenden önce var olan düzeni anaerkil olarak değil anasoyluluk olarak tarif etmenin daha doğru olacağı, bu dönemde kadınların erkekler üzerinde hakimiyeti olmadığını, antropolojik olarak bu dönemin doğal iş bölümünün hakim olduğu emek demokrasisi dönemi olarak tarif edildiğini belirtildi. Yerleşik tarım toplumuna geçiş ile hayvanların evcilleştirilmesi, süt ve süt ürünleri, hayvanların kullanılması, tarım araçlarının kullanılması ile bunların korunması gerekliliğinin de ortaya çıktığını; hem üretimde hem güvenlik konusunda önemi artan erkeğin önce ailede daha sonra da toplumda kadının önüne çıkmaya başladığı, özel mülkiyete sahip olan erkek cinsinin sahip olduğu serveti kendi soyundan olana bıraktığını garanti altına almaya ihtiyaç duyması ile tek eşliliğin yerleştiği ifade edildi.
Tarihsel süreçte kadın bedeninin denetleme aracı olarak erkek yanlı oluşturulmuş ahlak kuralları ve bunun dayanağı olan “namus” kavramının ortaya çıktığı, “namus” kavramının toplumsal, hukuksal ve idari yargının oluşturulmasında kurucu yasa işlevi gördüğü, kadına zimmetli bir olgu haline geldiğini, halen TDK’da namus kavramının “iffet” kelimesi ile açıklandığını ve namusun kadının utancı ile başlayan “kadının cinsel saflığını koruması” olarak algılandığı, kadının cinsel saflığını koruması ile ilgili olan şeref olgusunun ise erkeğe atfedildiği, erkeklerin egemenlikleri altında gördüğü, ailesindeki, akrabalarındaki hatta mahallesindeki ve köyündeki kadınların hayatlarını denetleyecek kadar kendisinde hak ve yetki gördüğünü, cinsel saflığını korumadığını ya da bu saflığı dışardan gelen bir saldırı ile kaybedildiği düşünüldüğünde, hem kadına hem de saldırıyı gerçekleştiren erkeğe karşı şiddet göstermesinin meşrulaştırarak bu yetkinin toplumsal bir kabul ve sessiz bir onaylama ile erkeğe verilmiş olduğu ifade edildi.
Bu toplumsal kabul ve sessiz onaylamanın toplumsal pratikteki yansımaları ile ilgili örnekler verildi. Kadın cinayetlerinde mahkeme salonlarında failin değil de mağdurun yaşantısının (şort giymesi, alkol kullanması gibi) yargılanıyor olması, tecavüz olgularında “ama” ile başlayan cümleler kurulması, faille empati kurulması gibi durumların yüzyıllar içerisinde erkeklerin çıkarları doğrultusunda oluşturulmuş ve aktarılmış kuralların sonucu olduğu ve bu aktarımda kültürel dilin çok önemli olduğu belirtildi. Yeni TCK yürürlüğe girdiğinde namus ve töre cinayetleri ile ilgili düzenlemeler yapılarak kasten öldürmenin nitelikli hali kapsamında değerlendirilmesi sağlanmış olsa da uygulamada sıkça görülen, kadının erkeğin şerefine leke sürdürdüğü iddia edilen eylemlerde bulunduğu gerekçeleri ile haksız tahrik, iyi hal indirimi gibi durumlardan faydalanabildiklerinin altı çizildi.
Eril iktidarların toplumsal, hukuki ve idari yapıyı erkeğin çıkarları doğrultusunda oluşturmuş olduğu, bu nedenle kadın mücadelesinin hem ulusal hem de uluslararası düzeyde politik bir mücadele olduğu ifade edildi. Tarihsel süreçte 1789 Fransız İhtilali sonrası yayımlanan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”nin aslında sadece erkek haklarını korumak amacıyla düzenlendiğinin fark edilmesi ile 1791 yılında “Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi“ni yayımlayan Olimpe de Gouges’in kendi cinsinin özelliklerini unutarak erkek olmaya özenmek, erkekler gibi yönetimde rol almaya çalışmak gerekçeleri ile giyotine mahkum edildiği aktarıldı.
Günümüz liberal devlet anlayışında da, özel alanın düzenleme dışı bırakılması ile ev içinin denetimsiz kaldığı, erkeğin kadın üzerindeki tahakkümü ve şiddetinin denetimsiz bırakıldığı belirtildi. Kadın mücadelesi, her ne kadar son dönemlerde artan kadına yönelik şiddet ve cinayetler nedeniyle bu konu üzerinde yoğunlaşmış olsa da kadının kamusal ve ekonomik alanda varlığını artırmasının önemi ve Türkiye’de kadınların istihdam yönünden pek çok ülkeden geride olduğu konularına dikkat çekilerek konuşma sona erdirildi.
Ali bilimler ve Sanat
Oturumun son konuşmacısı Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Halis Dokgöz, Adli Bilimler ve Sanat başlıklı konuşmasına sanatın insanlık tarihinde çok eskilere dayandığını, insanların mağara duvarlarına resimler çizmesi gibi yaşadıkları dönemi, hayatı ifade etmelerinin sonucu olarak ortaya çıktığını ifade ederek başladı. İnsan vücudunun anlaşılmasının, anatomi ve fizyolojinin gelişmesinin sanata ve edebiyata olan katkılarına dikkat çekti. Daha önceden var olan insan vücudunun bozulmadan defnedilmesinin esas olduğu inancının azalması ile anatomi diseksiyonları ve insan vücudunun keşfinin hızlandığını, modern gelişmenin Hipokrat’ın natüralist bir anlayış ile tıbbı nesnelleştirmesi ile başladığından, hatta anatomi diseksiyon tiyatroları kurulduğundan bahsetti. İnsanlığın kırılma noktasının ise 15-16. yüzyılda rönesans ile birlikte ruhani bir dünyadan seküler bir anlayışa geçiş ile gerçekleştiğini, insan anatomi, fizyolojisinin öğrenilmesi ile ortaya çıkan keşifleri ile sanattaki gelişimin paralel olduğunu, dönemde Andreas Vesalius’un anatomi kitabının bilimsel olduğu kadar sanatsal değer de taşıdığını belirtti.
Adli bilimlerde sanat denildiğinde ilk akla gelen uygulamaların fasial rekonstrüktisyon, olay yeri eskizleri, demonstrasyonlar, görüntü analizleri, modifikasyonlar, karşılaştırmalar olduğunu; ancak bu uygulamalar her ne kadar sanatın temel unsurlarını taşısa da estetik değer taşımadıkları fikrini paylaştı. Sanatın adli bilimlere ne kadar girebileceğinin zamanla, tarihsel süreçle belirlenebileceğinin altını çizdi. Viyana’da bulunan bir suç müzesinde katların ve odaların dönemlere ayrıldığını, o dönemlerde işlenen suçlar ile ilgili çizilen tablolar, suç aletleri, gazete küpürleri, romanların paylaşıldığını; değişen dönemle beraber suç kavramının ve suç kabul edilen eylemlerin niteliğinin değişmesi ile birlikte ortaya çıkan sanatsal eserlerdeki değişimin göz önüne serildiğini ifade ederek Türkiye’de de eski Adli Tıp Kurumu’nun bulunduğu yerin müze olması gerektiğini savunduğunu, Türkiye’nin de bir adli tıp müzesi ve hafızasının olmasının geçmişten geleceğe bir şeyler taşınmasında faydalı olabileceğini ifade etti.
Aynı zamanda karikatürist olan Prof. Dr. Halis Dokgöz’ün Karikatür Sergisi İstanbul Schneidertempel Sanat Merkezi‘nde 9 Aralık’ta açılıyor.
Bir Cevap Yazın